SEVİNÇ ERBULAK – MÜSTAHAK
Ayın Konuğu: Tiyatroadam
“Bir fikrinin olmasının o kadar da büyük bir önemi olmayabilir”
Bizim artık Kadıköy’de bir ofisimiz var dedi bana galada. Az evvel dünyamı değiştiren bir oyun oynanmıştı sahnede. An’larını düşünüyordum oyunun. İvan’ları düşünüyordum. Petrof’ların hangi kırılmadan sonra yenik düştüğünü düşünüyordum dünyanın en alt edilebilecek kurallarına? Arıyordum kafamın içinde bu sorularıma bir sürü cevap. Önce Aşkın (Şenol) geldi yanıma, ona çok teşekkür ettim. “Adam gibi tiyatro yaptığınız, bize bu kadar güzel bir oyun izlettiğiniz için çok teşekkür ederim Aşkın” dedim. “Yahu yapma işte, oyun oynadık; şarap da çok iyi değil galiba” dedi bana. Her zamanki Aşkın. “Şehirde adam gibi tiyatro var Aşkın; böyle gecelerde evimden, kızımdan olmadığımı, iyi ki burada olduğumu düşünüyorum. Gerçekteren çok güzel bir oyundu” dediğimde, o yine, “Yahu tamam; deme şimdi böyle, bak valla insan utanıyor” dedi.
Hem gala geceleri, hem de 10. yaşlarının kutlamasındaydık. Evet, Tiyatroadam (tiyatro her şeyin önünde olsun diye önce tiyatro sonra adam olsun dedikleri Tiyatroadam) tam 10 yaşında bugün.
Onlarla bütün bu süreci konuşmak, onları biraz daha yakından tanımak için Fatih‘i (Koyunoğlu) arayıp buldu gözlerim; dedim “Sohbet edelim mi?” O zaman söyledi bana Kadıköy’deki yeni ofisin yerini. Aynı zamanda da prova alanları ve atölyeleri de olan ofis; ev gibi. Yine kayıt tuşuna oraya gittikten 2 saat sonra bastığım bir röportaj oldu. “Biz hep beraber gelelim, birlikte konuşalım” demişti. Ben de zaten “Aksi mümkün değil çünkü siz kocaman bir ekipsiniz, ben bir soru sorarım hepiniz anlatırsınız” demiştim. Öyle oldu. Bir kere soru sordum ve başladılar anlatmaya…
Bir masanın etrafında göz göze, diz dize oturduk ve konuştuk. Adam olmanın ve adam kalabilmenin minik sırlarını, yazılı olmayan kurallarını; hayallerimizi ve hayal kırıklıklarımızı…
Hep söylüyorum sana Müstehak, senin sayende çok sevdiğim adamları daha yakından tanıma fırsatım oluyor.
İvan İvanoviç var mıydı yok muydu bilmiyorum ama Tiyatroadam var. İyi ki! Tiyatro olduğu müddetçe de bu adamlar olacak bence. Ve ne zaman yeni bir oyun çalışmaya başladıklarını duysak içimden söyle diyeceğim, pardon yahu dışımdan da diyeceğim; “İşte yine şahane bir oyun geliyor.”
Nerede yaşadığını, neler yaşadığını hiç unutmadan sürekli kendi tarihine not düşecek Tiyatroadam, sahneden. Fatih’in birazdan anlatmaya başlayacağı gibi, o ‘yol’ları hiç kapanmayacak; masa başındaki sandalye sayıları sürekli artacak ve ben Kadıköy’deki atölyeye daha çok gideceğim.
Yeni yılımızın, umut yılımızın ilk sohbeti, buyurun; işte benim adamlarım…
- Sevinç Erbulak: Tiyatroadam’ın doğuşunun, doğumunun hikâyesi nasıl oldu? Serdar Akar her yerde karşıma çıkıyor mesela… Onun hikâyenizdeki önemi, bu 10 yıllık serüvende, pastanın üzerindeki 10 mumu üflemenizdeki büyük etkisi, tiyatro yaptığımız ülkenin şartlarına da baktığımızda… Bu 10 senenizi konuşmak istiyorum. Hayal ettiğiniz andan itibaren, aranıza yeni katılanlara kadar, mesela bakıyorum bu tiyatronun bir patronu yokmuş gibi görünüyor, öyle mi gerçekten? Ben sizin seyircinizim, tamam mı? Beni öyle düşünün, izlediğim bütün oyunlarınızdan sonra, oyun bittiğinde hiç şöyle görmüyorum; tamam işte müdürleri bu olmalı, onun dediği oluyor, şunlar işçi arılar, kraliçe arı da bu olmalı gibi görmüyorum hiç. Ay ne çok sordum, Tiyatroadam’ın hikâyesini merak ediyorum işte 😉 (Beni büyük bir sabırla dinleyen Fatih, başlıyor anlatmaya, nihayet susmuşum)
Fatih Koyunoğlu: Biz Aşkın Ağabey’le bir dizide çalışmıştık. İşte onu Serdar Akar yönetiyordu. Bu, Aşkın Ağabey’le ve Serdar Hoca’yla olan ortak kısmı. Deniz’le (Özmen) de okuldan arkadaşız.
- Ha Deniz, evet o yok şu anda ama gelecek, değil mi?
Fatih: Onların mezuniyet oyunuydu Albay Kuş. Mezun olmadan önce okulda çalıştıkları bir oyundu. Mezun olduktan sonra da, “Yahu bu metin çok güzel bir metin” falan dediler, “deliler meliler de var, çok eğlenceliler” dediler. O sırada işte ben Bakırköy Belediye Tiyatrosu’ndan ayrılmıştım; böyle ikili üçlü Aşkın Ağabey’le başka, Deniz’le başka konuşuyorduk hep. Bu oyunu nasıl oynayabiliriz diye… Aslında ilk başta çok büyük hedeflerimiz, çok büyük ideallerimiz yoktu galiba. Bir tiyatro kuracağız da 10 yıl gidecek de, şöyle oyunlar oynayacağız gibi oluşmadı yani.
- Öyle büyük bir şey hayal etmediniz.
Fatih: Bu Albay Kuş’u nasıl oynayabiliriz diye sorduk birbirimize. Sonra işte Burak, Deniz, Aşkın Ağabey böyle ikili üçlü konuşmaya başladık. Sonra bizim işte Ayça da böyle bir şeye çok güzel olur dedi; böyle böyle sekiz kişi bir araya geldik. Sonra oyunu çalışmaya başladık. Biz oyunu nerede çalışacağız diye Yıldız Teknik Üniversite’sine girmeye başladık. Deniz daha önce Yıldız Harita’dan mezundu, İstanbul Devlet Konservatuarı’ndan önce. O bizim hâlâ çok güldüğümüz bir hikâye çünkü, güvenlik noktasından “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorarlardı, biz de “Provamız var” derdik, “Tamam, buyurun hocam” falan diye alırlardı bizi… Hani provamız var ama o üniversitede miyiz, değil miyiz belli değil; kaçak olarak giriyorduk.
- Kimsiniz belli değil ;)))
Fatih: Albay Kuş hikâyesi öyle işte… Tiyatronun kurulma hikâyesi ile Albay Kuş’un oyun hikâyesi böyle çok örtüştü birbirine. Oyunda deliler bir araya geliyorlar, 8 deli; kendilerinin bir devlet olduğunu iddia ediyorlar, sonra Birleşmiş Milletler’e üye olmaya çalışıyorlar falan… Biz de tiyatroyu kurduğumuzda bir adı filan yoktu 😉 Delilerin de öyle; kuruyorlar devleti adları yok, maaşları yok 😉
- Adsız devlet? İyiymiş…
Fatih: Sonra yol yürüdükçe, bir araya geldikçe bir de marşımız olsun bari, bir de bayrağımız olsun filan diyorlar… Biz de bayağı çalıştık ettik, hattâ ilk başta yönetmensiz filan çalışıyoruz; yani kendi kendimize okuyoruz filan… Ondan sonra “Yahu bir adımız olması lazım” diye diye… Orada işte, Serdar Akar, böyle bir gün konuşuyoruz “Tabii tiyatro zor geldi değil mi, iki dizide oynadın…” diye darken… “Yok” dedik biz “böyle böyle böyle, Albay Kuş diye bir metin var onu yapacağız”, o da bize hiç karşılıksız dedi ki, “Peki o zaman neye ihtiyacınız var? Siz yarın ofise gelin, bunu konuşalım” dedi. “Bu oyunun yazarı nereliymiş?” diye sordu, Bulgar olduğunu söyledik. Sonra “Yaşıyor mu, onu getirtelim o zaman buraya?” dedi. Ben “Yazarı getirtmemize gerek yok ki” dedim, “tamam o zaman, maddi manevi destekçiniz benim” dedi. Biz böyle birbirimize baktık…
- İnandınız mı?
Fatih: Biz mi? İnanmadık.
- Çünkü çok inandırıcı gelmedi 😉
Fatih: Gerçekten gelmedi. Acaba hoca dalga mı geçiyor diye düşünüyoruz. Sonra Aşkın Ağabey’le ertesi gün gittik ofise, anlattık falan. “Tamam” dedi, “ne istiyorsanız…” Sonra hattâ o ara Makedonya’da Elveda Rumeli’nin hazırlığındaydı, bir gün aradı; dedik ki “Hoca, peki sen yoksun burada?” “Kardeşim” dedi, “Sertaç’la görüşün neye ihtiyacınız varsa.” Biz de bilmiyoruz ki neye ihtiyacımız var acaba 🙂 Ondan sonra dedik ki, adam bize ne kimler oynayacak diye sordu, ne kim yönetecek ne kim tasarlayacak?
- Hiçbir şey sormuyor mu?
Fatih: Yok, hiçbir şey sormadı. Hâlâ o yüzden mesela onun çok kıymetli başka bir yeri vardır; yani o sadece şeye inandı, hani birileri tiyatro yapmak istiyor, birilerinin hayalleri var ve benim şimdi imkânım da bunun bu parçası olmaya el veriyor. Teksti okudu, “Gerçekten çok güzel, filmi de çekilir, harika olur” dedi. Hattâ Serdar Hoca’ya kalsa, 3. toplantı filandı; bizim bir kamyonumuz olmalı, kamyon da değil otobüsümüz olsun. Ne yapacağız otobüsle? Arkadan 4 koltuğu kestiriyoruz, dekorlarımızı oraya yerleştiriyoruz Balkan turnesi yapıyoruz 😉
- Gezici tiyatro oldunuz 😉
Fatih: Biz hep onu frenledik aslında o manada. Çünkü biz dedik ki adım adım gidelim; hani bu tiyatro hepimizin, patronu nasıl olacak? Sadece birinin tiyatroyu desteklemesiyle değil de, tiyatro hepimizi nasıl destekleyecek? Buna bakalım bir. Biraz da bunun peşine düştük açıkçası. Murat Karasu’ya gittik, bizim deliler böyle yavaş yavaş oluşmaya başladı. Sonra Semaver’deki arkadaşlara gittik. O kaçak girme mevzusundan kurtulalım diye. Onlar bize salonlarını açtı.
- Kaçaklık bitti orada o zaman.
Fatih: Kaçaklık bitti. Bayağı çay ocağımız falan vardı yani 😉
- Legal tiyatro.
Fatih: Ama şimdi herkes birbirini de tam tanımıyor, Murat Ağabey her provaya gelmiyor. Aramızda bir dilin oluşması lazım da nasıl, oluşturabilecek miyiz? Evet böyle okuyoruz, bir şeyler yapıyoruz da, sonra “Şimdi ne yapalım?” diyoruz. Birisi diyor ki böyle yapalım, birisi diyor ki hayır öyle yapmayalım. Sonra yavaş yavaş, aslında hiç farkında olmadan bizim tiyatronun gelenekleri orada oluşmaya başlamış bile. Şimdi tiyatronun dili de hâlâ bu, “Bence bu çok böyle olmadı ama herkes böyle düşünüyorsa tamam” 😉
- Hemfikirse tamam.
Fatih: Evet. Bu durum farkında olmadan gelişti. Şimdi patron yok, Genel Sanat Yönetmeni yok ve herkes birbirini aslında çok iyi tanımıyor; başka başka insanlar o proje için bir araya gelmiş, ama bir yerde uzlaşmak zorundasın çünkü herkes nihayetinde tiyatro yapmak için orada. Orada Tiyatroadam zaman içinde hepimize şunu öğreti, yani senin bir fikrinin olmasının o kadar da büyük bir önemi olmayabilir. Beraber devam edebilmek çok daha kıymetli bir şeydi. Yani hepimizin bir fikri olmasının… İşte ondan sonra oyun çıktı, çıkınca biz dedik ki “Bir adı olması gerekiyor artık tiyatronun.”
- Kim yönetti oyunu?
Fatih: Murat Karasu yönetti. O da karşılıksız, koşulsuz destek verdi gerçekten. Oyun Atölyesi’nde oynamaya başladık. O zaman meğerse bizim bilet bastırmamız lazımmış, bilet bastırabilmemiz için bir ismimiz olması lazımmış, dedik; “Yahu Serdar Hoca da böyle bir şey yaptı hani, büyük destek Verdi…”
- Ona soralım.
Fatih: Ona sormayalım. O Adam Film’di, biz de adamlık önde olmasın tiyatronun kendisi önde olsun diye düşünüyorduk. Ne olsun? Tiyatro? Tiyatroadam diyelim dedik; AdamTiyatro demeyelim, tiyatro herşeyden önde olsun dedik. Bir de bunu ayrı yazmayalım birleşik yazalım ki, çok iddialı olmasın, kardanadam gibi. Herkesin fikri tamam mı? Tamamız, Tiyatroadamız.
- Artık bilet bastırabiliriz.
Fatih: Aynı bizim oyundaki gibi, onlar da öyle “Ya bu maaş güzel evet, maaşımız bu” falan ya Albay Kuş’un o delilik öyküsünde…
- Böyle, eşzamanlı gitti…
Fatih: Çok eşzamanlı gitti, evet. Sonra oyunlarda çok güzel şeyler duymaya başladık filan ama meğerse bir tiyatro kurmak ya da bilet bastırmak evet önemliymiş de, tiyatroyu devam ettirmek çok başka bir şeymiş ve haydi bakalım ikinci oyunu nerede oynayacağız biz? İlk oyun çıktı tamam derken…
- Ne zaman bu duyguya kapıldınız? “Şimdi ne oynayacağız?”
Fatih: Prömiyerin ertesi günü. Yani ikinci oyunu nerede oynayacağız? Tamam çıktık sahneye, herkes de çok beğendi, evet alkışlandık ama; ne yapacağız şimdi? Evet, hep Oyun Atölyesi’nde oynayamıyoruz, bize ayda bir gün veriyorlar. O zaman işte “Cevahir’de salon açılmış, ne diyorsun gidelim mi? Hem de gişe üzerinden! Sabit bir para da istemediler” derken… Şöyle bir anımız vardı; bazı tiyatroların, dramatize etmeyeyim şimdi ama, kırılma anları bunlar hep bence; yani bunlar devam etmekle kalmak arasındaki kırılma anları. Ben hep onu söylüyorum, o kırılma anında, tam o noktada razı geldiğinde, vazgeçebilirsin… Biz Cevahir’de gün aldık, afişler astık ama orada oynayacak olan ilk özel tiyatro bizmişiz. Daha Devlet Tiyatrosu falan yok yani Cevahir’de.
- Hiç bilmiyordum bunu, çok şaşırdım.
Fatih: 2008’in başlarında tamam dedik, oyunumuzu ilân ettik, kendimizce bir yerlere afişlerimizi astık; biz nasıl olsa afiş asınca seyirci gelir zannediyoruz… Yani o zaman sosyal medya bu kadar yaygın değil. Gişeye geldim oyun günü, öğlen 12 filandı, dekor taşıyacağız; gişeye gittik “Merhaba, biz Tiyatroadam, bu akşam oyunumuz var. Kaç bilet var?” diye sorduk. “Bilet yok” dedi, “Nasıl?” dedim, gayri ihtiyarı “hiç mi yok?”
- Ah.
Fatih: “Hiç yok” dedi. Dekor böyle elimizde yani bunu sorarken, ondan sonra dedik ki bizim seyirci bulmamız gerekiyor galiba. Tiyatroyu kurmak bir şey değilmiş, ikinci oyunu da ayarladık ama… Sinemaya gitmek için gelmiş insanlara, yengeç gibi yan yan gidip, “Bakın böyle bir oyun var, paranız yoksa gelin izleyin gene de ama bilet alırsanız da, beğenmezseniz biz size paranızı iade edelim” filan diyerek broşür dağıttık. Yetmedi, sonra kostümleri giyip hep birlikte Cevahir’de öyle kafelerde elimizde broşürler, üstümüzde hırpani kostümler… Ah ah broşür dağıtmak… Akşama kadar o sıfır biletten 16 kişi topladık ve oyunu oynamayı başardık. Sonra anladık ki aslında bizim daha önceden afişler asmamız gerekiyormuş…
- Haaaaa… 😉
Fatih: Yani yol gittikçe hayır bence daha önceden afiş asmayalım ama, herkes asalım diyorsa da ben şuralara asarım diye diye 😉 Tartışabilmek, kendi fikrinin o kadar da parlak olmadığını…
- Kabul edebilmek zaman zaman…
Fatih: Tartışabilmeyi vs. öğrenmek; yani en büyük numarası bu, tartışmayı öğretiyor sana. Çünkü başta biri yok. Küçüklüğümüzden beri böyle bu ama hiçkimse bir şey demeyince demek ki bizim bir şey dememiz gerekiyor…
- Albay Kuş’tan sonra? Sinemaya gidecek olan 16 kişiyi topladınız, ikinci oyununuzu oynadınız sonra heralde, 16 kişiden daha fazla seyircinizin olduğu oyunlarınız oldu, değil mi? Ben sizi seyrettiğimde çok daha kalabalıktık.
Fatih: Evet ama ondan sonrası işte; mücadele çok. Epey gezmemiz lazım demek ki nakliye için, bu parayı verebilmemiz için bu kadar bilet satmamız lazım bunu bu kadar yapabilmemiz için şunun olması lazım… Bunlar başladı.
- Tiyatrodan başka düşünülmesi gereken şeyler…
Fatih: Bu salonun kirasını ödeyebilemiz için demek ki bunu yapmamız lazım diye hep böyle aşama aşama tabii… Sonra kendiliğinden bir iş bölümü oluşmaya başladı. Ee işte internet sitesi, öteki işler bilmem neler bende olsun o zaman, belediye falan filan görüşmeleri sende olsun. Herkes kendiliğinden kendi becerisine göre bir görev dağılımı oluşturdu. Ondan sonra da herkes birbirinin görevlerini kontrol etmeye başladı. Toplanıp toplanıp yapamadıkça, beceremedikçe, düşe kalka öğrendik… Bazen o oyun istediğimiz gibi bir salonda olmadı, haydi toplantı ayarladık… Birbirimize de gülüyorduk yeni bir toplantı daha yapmamız gerekiyor galiba dediğimizde…
- Beceremeyerek mi öğrendiniz acaba?
Fatih: Becerememek değil de, kibirli olmayayım ama çok inatçı bir ekip yani… Bir şeye razı gelmek istemiyor… Ne bileyim ‘turnede de ışık böyle olsun canım, bu seferlik de broşür şöyle olsun, paramız da ancak buna yetiyor, biz bunları yapamıyoruz galiba’yı hazmedemeyen bir ekip. O zaman turnede ışık koşulları böyleyse bizim demek ki şuradan şu kadarlık ışık kiralamamız gerekiyor, buraya da bunu böyle götürmemiz gerekiyor, e demek ki işte; bizim bir program dergimiz olması gerekiyor, falan gibi her koşulda böyle inat ederek… Hattâ zaman zaman Serdar Akar’a bile “Bir dakika sen o parayı vermeyeceksin, tiyatro bize o parayı verecek” gibi… Serdar Hoca bu arada sadece para konusunda destek gibi anlaşılmasın; o bütün fikirlerle alakalı, ne bileyim o yaratıcı ekipten biri. Çocuk gibi heyecanlandı aynı zamanda hep. Durumun kendisinden çok heyecanlandı yani. O zaman şöyle oldu; şimdi herkes işçisi yani, arı gibi çalışıyor ama herkes de patronu aynı zamanda; yani o böyle sahne üzerindeyken hani ancak 16 seyirci olduğu zaman oyun oynanabildiği için, oraya gelmiş olan seyirciye de başka bir kıymet ve oyununa da başka bir sahiplenme geliştiriyorsun. O yüzden o sahne üzerinde de başka bir birliktelik oluşuyor. Birinin bir şeyi düşüyorsa, 4 kişi birden atlıyorduk.
- Ne kadar oynadınız Albay Kuş’u?
Fatih: Albay Kuş 100 oyunu geçti, değil mi? 130 oyun falan oynamıştır.
- Artık seyirci toplamadığınız bir zaman dilimine de geçtiniz ortalarına doğru, değil mi? Ben Oyun Atölyesi’nde seyrettim yanlış hatırlamıyorsam…
Fatih: Evet evet, Oyun Atölyesi’nde gelmiştin sen. Ondan sonra da şurada da şunlar oynamış biz orada nasıl oynayabiliriz vesaire durumları başladı. Sonra kulaktan kulağa Tiyatroadam’ın şu oyunu denmeye başladı galiba. İnsanlar beğendikçe tavsiye ettiler, ki hâlâ en büyük duyuru şekli bu.
- Evet bence de.
Fatih: Ne kadar gazetelerde ya da şurada burada olursanız olun, seyircinin birbirine önermesiyle kendi seyircisini oluşturmaya başladı. O zaman bize “Siz kara komedi yapıyorsunuz” dediler, daha sonra o “Politik tiyatro yapıyorsunuz”a döndü, sonra “Yok, siz ensemble yapıyorsunuz” dendi. Biz bilmiyoruz ne yaptığımızı…
- Biz ‘tiyatro’ yapıyoruz.
Fatih: Evet, biz tiyatro yapıyoruz. Sonra arka arkaya koyunca oyunları biz de şimdi bakınca geriye…
- Evet o da bir soru; yani Albay Kuş’tan sonrasında neye göre belirlediniz oyunlarınızı, ne tarz korkulara veya endişelere göre? Çünkü bir şey böyle de duyulduktan sonra, devreye “Peki şimdi ne yapacağız?” sorusu giriyor. Böyle bir şey mi yaşadınız?
Fatih: Çok yaşadık yani, seçmesi zordu. Her sene de çok zor ama ilk başta daha zordu. Bundan sonra ne yağacağız? Ama ikinci oyunda o kaygıyı yaşamamızın bu sene şuna faydası oldu, seninle de konuştuk sohbetin başında, hani insanlar sizi bir yere koyuyor ya? İşte siz ‘böyle’ bir tiyatrosunuz; oysa ki siz bir tiyatro yaparken ya da bir oyun yaparken, sıfır noktasında, bunların hiçbirini kendiniz bile o tiyatronun ismini bilmeden yapıyorsunuz. Sonradan öyle yaptığınız şey insanlarda bir yargı oluşturuyor, oysa siz o yargının belki de yüzde 30’unu düşünerek ya da yüzde 20’si ya da hiçbirini düşünmeyerek onu yapmışsınız. Sonra o yargıların kölesi olabilirsiniz. O yargılar bazen ödüller, bazen yazılar, bazen bu övgüler ya da bazen kötü övgüler, eleştiriler… O zaman kendiniz olmaktan çıkıyosunuz. Biz bunu daha en başında, öyle başladığı için ikinci oyunda halletmiştik. Evet, bizim bir minik yanlışımız oldu o konuda; yanlış değil de hani ‘bizim için böyle söylüyorlar, demek ki böyle yapmalıyız’… Hayır, sen yapmak istediğini yaptığın için sana öyle söylemişlerdi onlar. Ondan sonra o konuşmalar ‘peki biz ne yapmak istiyoruz? yani gerçekten, öyle mi yapmak istiyoruz şöyle mi yapmalıyız’ı getirdi. Davranış biçimimiz oldu. İşte öyle… Ben çok konuştum yahu. Tiyatroadam böyle kuruldu 🙂
Berk Yaygın: Şu an kuruluşumuzla ilgili yetkili mercii sensin 😉
- Evet 🙂 Değil mi? Peki sonra neler oynandı? Albay Kuş’tan sonra?
Fatih: Sonra Markalı Hava diye bir oyun oynandı.
- Markalı Hava’yı okudum ben, evet. Ekşi Sözlük’te onunla ilgili bir şeyler buldum daha doğrusu. Ben onu niye kaçırdığımı bilmiyorum, az mı oynadınız?
Fatih: Az oynayabildik, evet. O senenin koşulları itibariyle prova yapacak salon bulmak çok zordu. Maltepe’de Türkan Saylan Kültür Merkezi yeni açılmıştı, ilk senesiydi. Onda da oynayan ilk oyun Albay Kuş’tu.
- Böyle de bir özelliği var galiba tiyatronuzun.
Fatih: O salonun. Aslında hepsi gerçekten ayrı bir hikâye konusu…
- Nerede bir sahne varsa ilk oyun hemen biz orada 🙂
Fatih: Tabii tabii, daha kimse gitmeden 😉
- Orada bir tiyatro mu var? Mekân mı var? Oraya Adamlar geldi :)))
Berk: Topraktan giriyor.
Fatih: Türkan Saylan Kültür Merkezi’nin ilk açıldığı zamanlardı. Yeni açıldığı için de her şeyi tek bir kişiden istiyorduk; kettle’ı da, bu ışığı nasıl açacağız’ı da aynı ağabeye soruyorsun. Şimdi düşün, 12 katlı bir yer. Biz böyle bir dört oyun filan oynadık sonra bir şekilde girdik oraya; Tiyatroadam’ın öyle bir huyu var sanırım.
- Nasıl?
Fatih: Aşkın Ağabey ‘Anaconda’ diyor, yani boğarak öldüren… Gizli gizli sızma işte, Yıldız Teknik’teki gibi 😉
- Başlık yapacağız bunu, tamam? 🙂 Tiyatroadam anaconda gibi boğarak öldürür 🙂
Fatih: Gizli gizli sızdık tabii mekâna. Birinci gün geldik prova yapıyoruz, ikinci gün geldik yine prova yapıyoruz, ertesi gün “Biz 1’de geliyoruz ağabey, tamam mı?” “Tamam çocuklar gelin, sorun yok.”
Pardon, kim yönetiyor oyunu?
Fatih: Gene Murat Ağabey. Ondan sonra onun durumu gereği biraz yoğun olduğundan, biz gene çalışmaya devam ediyoruz ama 2 ayrı salon var. Bize diyorlar ki “Burada birazdan bilmem ne derneğinin toplantısı var, salonun programı da şu an kimsede yok.” Hayda, biz aşağıdaki salona taşınıyoruz. Dekoru filan da taşıyoruz. Gün içinde o sahneden ötekine 4 kere filan taşındığımız oluyordu. Orası doluysa bilmem nereye gidiyoruz… Oyunun tarihleri birbirlerinden oldukça aralıklı olduğu için çok sağlıklı işlemedi süreç. O sağlıksızlık da oyuna ve prodüksiyona yansıdı. Bir sonraki projemizde bizim sabit oynayacağımız bir yere ihtiyacımız olduğunu anladık. Yani seyircinin 11’inde şurada 29’unda burada, bunu takip etmesi çok zor; işte her çarşamba ve her perşembe bir yerde olsa… Bir şeyleri yaptıkça neye ihtiyacımız oluyor anlıyorduk, sonra o ihtiyacı giderebilmek için neler yapmamız gerektiğini düşünmeye başlıyorduk. Biraz böyle yürüdü. Markalı Hava’yı belki böyle bir 20 oyun falan oynamışızdır. O da konusu vs. ile Tiyatroadam’a çok da yakışan bir hikâyeydi. Koca işadamları havayı bile satacak bir makine yaratıyolar ve sonra kendi havasızlıklarında boğuluyolar. Çok güzel söylerdi derdini. Geçen gün hattâ oyunu izleyenlerden biri, sosyal medyadan “Ağabey sizden izlemiştim, hatırlıyorum. Sizin şu havayı satma makinası Japonya’da ve Çin’de çıkarılmış. Havayı satan, iyi hava satılan lokantalarda fiyatlar iki katıymış” diyerek okuduğu bir yazıyı paylaştı bizimle.
- Ben de Rusya’dan bir şey almıştım, çok benzer geldi şimdi bana sen anlatırken. Komünizm havası satın almıştım 😉 Valla yazıyor böyle üzerinde. Bir konserve. Kapalı bir teneke kutu. Tam ortadan kesilmiş yarım kedi maması gibi bir konserve…
Fatih: Öyle işte. Ne diyordum?
- Markalı Hava diyordun, Albay Kuş, sonrası…
Fatih: Sonra Bölge Hastanesi’ni oynadık.
- Onu kim yönetti ?
Fatih: Onu Deniz’le ikimiz yönettik. Bana göre biraz böyle ama Deniz’e göre biraz şöyle filan diye… Ondan sonra Babaannem 100 Yaşında, Zafer Ağabey (Algöz) yönetti, sonra Arturo Ui. Aa, Generaller var arada; Generaller, Savaş ve Barbekü.
- Engin Alkan’ın yönettiği değil mi?
Fatih: Evet Engin Ağabey yönetti. Onu da epey oynadık. Bölge Hastanesi’ni de 1,5 sene oynadık, sonra Babanem 100 Yaşında yine bir 100 oyunu gördü.
- Bütün bunlar olurken, Serdar Akar’a yeni oyunun ne olacağını söylüyor musunuz, o da o tartışma ortamına katılıp fikir bildiriyor mu size?
Fatih: Bazen fikir bildiriyor, bazen haber veriyoruz biz böyle bir oyun oynayacağız diye, bazen provalara katılıyor; yani hep o organik bağımız devam etti. Zaten ikinci sezonunda tiyatro kendi yağıyla kavrulmaya başladı. Kendi kendini döndürmeye başladı. Hâlâ da öyle devam ediyor ama Serdar Hoca’yla manevi bağımız baki. Çok çetin tartışmalarımız da oldu, hani böyle fırtınalı bir ilişki…
- Hah, öyle bir sorum da var zaten. Siz hiç kavga ediyor musunuz? Ekip kavga ediyor mu? Hiç öyle görünmediğiniz için soruyorum. Ediyorsanız nasıl kavga ediyorsunuz?
Fatih: Kavga aşkın bir parçası 🙂
Adamlar: Kavga ettiğimiz için öyle görünmüyor olabiliriz.
Fatih: Evet.
- Ne güzel bir şey söylüyorsun.
Adamlar: Dışarıdan herşey çok güzel 😉 Bu arada kavga derken öyle birbirimize girmiyoruz.
Elbette 🙂
Berk: Benim bir kolum kırıldı geçen 🙂
Fatih: Ters bir laf etti çünkü 🙂
Berk: Ama gerginlikler oluyor tabii. Tiyatroda değil sadece, insanın olduğu her yerde, birden fazla insanın olduğu yerdeki fikir ayrılıkları. İşte o fikir ayrılıklarını giderme yolunu nasıl tercih ettiğiniz önemli oluyor. Biz genelde tartışarak, ortak bir noktada buluşmaya çalışarak halletmeye çalısıyoruz ama…
- O kadar da iyi bir fikir değilmiş benimki galiba diyerek belki 🙂
Fatih: Yahu bir de herkes birbirinin kavgasına müdahil olduğu için… Beş kişi çullanır yani birine haksızlık edilmişse; ‘değmez toprağım’ diye biri gelir ya hani, aynen öyle… O yüzden bir tartışma iki kişinin arasında kalmaz. Biz her oyuna sarılarak çıkıyoruz bu arada, böyle bir adet oldu tiyatroda.
- Her oyun öncesi mi?
Fatih: Evet evet.
Pınar Tuncegil: 5 dakika kala.
Deniz Özmen: Arkada bir hareketlilik başlıyor.
- Aa!
Fatih: Hani öyle bi minik münakaşa etmişsindir falan ama o adeti, o kuralı kimse bozamaz. Zaten kimsenin bozamayacağı bir kural.
- Çok güzel.
Fatih: Kendiliğinden Albay Kuş’ta öyle oluştu.
- İlk oyundan itibaren mi ?
Fatih: Evet, ilk oyundan itibaren. Sarılmadan çıktığımız oyun olmadı hiç, değil mi Deniz?
Deniz: Olmadı… Kalabalık oyunlarda 10 dakika öncesinde…
- Kavga eden karı kocanın ‘ne olursa olsun aynı yatakta yatacağız bak, tamam mı?’ demesi gibi mi?
Fatih: Tabii tabii, nasıl olsa 5 dakika kala sarılacağız…
Berk: Kavgalıysan da sarılacaksın yani, kaide o olduğu için.
- 2 dakika sonra sahnede birbirine yaslanacağın için sonuçta.
Berk: Çok büyük kavgalar da olmadı zaten. Küçük tartışmalar oldu. Çocukça yani. Herkes birbirini tanıdığı için, çözümün kaynağı oradan kaynaklanıyor birazcık da, herkes birbirinin sınırını biliyor. Yani nereye dokunursa problem çıkacak çok iyi biliyor.
- Düğmeler, düğmeler… Tanıdık geldi 🙂
Deniz: İyi tanımaktan kaynaklı daha az tartışma yaşanıyor ama yaşandığı zaman da öyle çok büyük şeyler olmuyor.
- Sonra? Yani sıralı olarak gittiğimizde Arturo Ui’ye mi geliyoruz?
Fatih: Evet. Markalı’dan sonra Generaller var ama.
- Generaller – Bölge Hastanesi – Babaannem 100 Yaşında, sonra Arturo Ui.
Deniz: Sonra Arturo Ui, 5. Frank, sonra İvan İvanoniç Var mıydı Yok muydu?
- Arturo Ui’den sonra 5. Frank mı?
Biri: Evet. Diğer sezonda yeni bir oyun çıkartmadık ve Arturo Ui’yi yeniden oynadık. Sonra ardından da İvan geldi.
- Sanki Arturo Ui sonrası bir şey mi oldu Tiyatroadam’a? Demek istediğim şu, seyirciye “Tiyatroadam hep böyle güzel şeyler yapıyor” dedirten şey Arturo Ui dönemeci mi? Öyle bir hissiniz var mı Arturo Ui ile ilgili?
Deniz: Öncesinin bir zirve noktası olabilir, taşınarak geldiği bir nokta olabilir. Tiyatroadam denince tiyatro ruhundan bahsediliyordu hep, öncesinde de bir ensemble hikayemiz vardı. Arturo Ui öncesi bir ensemble ödülümüz var. Arturo Ui bütün hepsiyle bütünleşti belki. Hakikaten gözle görünür bir oyun vardı ortada. Yapı taşı gibi oldu.
- Bence en ukala tiyatro bölümü öğrencilerinin bile çok heyecanlandığı bir oyundu. Öyledir ya 😉 İnsan okurken acımasızca eleştiriyor, ben hatırlıyorum kendimi, ıyyyy… Ben sahnede olsaydım, yok bu oyun bana geçmedi, oyunu hissedemedim, karakterler gerçek değildi :))) Arturo Ui’yi hatırlıyorum ben, etkisini çok iyi hatırlıyorum seyirci üzerindeki…
Berk: Zaten sonrasında Afife’deki adaylıkları ve ödülüyle birlikte popüler bir hâle geldi. Bizim dışımızda, yaptığımız şeyin üzerine de konuşuldu. Efsaneleşti filan.
Fatih: Adamlar Artıro Ui oynuyor, çok acayiplermiş, uçuyorlarmış sahnede ;))))
Bir de Arturo Ui AKM’nin AKM olduğu zamanlarda, ah ah; kimler gelmişti Güney? Çok önemli bir topluluk oynamıştı. Berliner Ensemble mıydı? Çok iyi bir oyundu ya!!!
Fatih: Evet evet, oynayan ağabeyi görmeye Japonya’dan geliyorlarmı… Bu arada Berliner Ensemble, Arturo Ui ile kültür turizmi başlatmış.
Peki biz şimdi İvan İvanoviç’e kadar geldiğimizde, kaçıncı oyununuz oluyor?
Fatih: 8. oyunumuz.
Tiyatro Adam’ın 10. yılında 8. oyunu…
Fatih: Evet, biraz verimsiz bir tiyatroyuz 😉
- Verimsiz mi?!?!?
Fatih: Bana sorarsanız bir tiyatro için 10 sezonda 8 oyun yapmak az.
- Niye? Daha fazlası yapılabileceği için mi?
Fatih: Evet tabii.
Berk: Bazı sezonlar iki oyun yapılabilir. Bunları da yeni yeni konuşuyoruz aslında.
- Çocuk oyunu oynamak üzerine bir şey düşündünüz mü Tiyatroadam olarak? Tiyatroküçükadam’lar 😉 Atölyenizi de konuşmak istiyorum, bu yeni mekânla ilgili yani. Böyle biraz güzel adamlar yetiştirmek üzerine mi burası? Yani Tiyatroadam’daki oyunlara bir transit geçiş olacak mı? Bu atölyenin hedefi ne? Tiyatroadam’ın prova yapmak dışında, orayı öğrencilere de açmasındaki yolculuğun hedefi ne? Bu atölyeye kimler geliyor?
Fatih: Bu sorduklarını atölyeye katılımcı olarak gelen arkadaşlar da soruyorlar. Katılmak isteyenler, “Biz de sizin oyunlarınızda oynayabilecek miyiz?” diyorlar.
- Konservatuar öğrencileri mi geliyor?
Fatih: Öğrenci olanlar var, öğretmen olanlar var.
- Ne güzel.
Fatih: Çok çeşitli, farklı gruplardan insanlar var.
- Ne zaman başladınız?
Fatih: Bu sezon, Ekim’de.
- Çok yeni bir şey konuşuyoruz yani, 2-3 aylık bir zaman bu daha?
Fatih: Evet. Tiyatroadam’ın oyunlarından etkilenen ve biz sizin aranızda olmak istiyoruz diyenler… Yıllardır birileri bizi hep yazıp çizdi, aradılar böyle… Bu atölyeyi de açtıktan sonra, daha doğrusu ofisi tutunca bu sene itibariyle ‘neden böyle bir şey yapmayalım?’ dedik. Çünkü bize çok ısrar edilen böyle bir durum vardı. Bir de Emrah (Eren) gibi, Ümit Ağabey (Aydoğdu) gibi, 5. Frank’ın müziklerini yaptı, Çağrı gibi, koreografımız, vs… Biriktirdiğimiz çok güzel insanlar var, paylaşmak istedik biz. Peki atölyede Tiyatroadam olarak kendi kimliğimizle nasıl yapabiliriz? Yine sahnede her zaman bizim birlikteliğimizden dem vuruyor izleyenler. İşte o birliktelik ve oyun oynama ruhu üzerine bu atölye, birliktelik ve oyun… Atölyelerimizin ana teması bu. Ama buraya gelirseniz bizim oyunlarımızda oynayabilirsiniz gibi bir vaadi yok açıkçası.
- Öyle bir vaadi yok. Ama gelen, eğitime katılan bir çocuğu çok heyecan verici bulabilirsiniz, o sırada yapacağınız oyun seçimine de çok uygun olabilir, mesela?
Deniz: Bu konuda bir önerme olmadığı gibi, kesinlikle olmaz diye bir kaide de yok.
- Yine bu da öyle kafa göz yarmadan tartışılacak yani toplantıda 😉 Anladım.
Fatih: Süreç içinde biçimlenecek. Biz de daha önce tecrübe etmedik böyle bir şeyi. O yüzden karşımıza ne çıkacak, çok da bilmiyoruz. Söylediğin bu şeye bir potansiyel doğrultusunda çevrilebilir. Biz de bir uyum sağlarsak neden olmasın.
- Ekip ekip ekip. Uyum uyum uyum…
Fatih: Her zaman. Bölge Hastanesi itibariyle, Arturo Ui’de de, Frank’da da, Babaannem Yüz Yaşında’da da, ışıklarımızı, ışık kumandamızı Baransel (Gürsoy) yaptı mesela her gittiğimiz salonda. Baransel Yeditepe’de okuyordu. Bu sene itibariyle Tiyatroadam oyuncusu oldu. (Bunları karşımda bana anlatan Fatih’in tam yanında oturuyor Baransel, o kadar güzel bakıyor ki o sırada Fatih’e, şimdi şu an röportajı çözerken tekrar o ana ışınlanıyorum ben) Baransel’e, bize ilk geldiği günden itibaren, ‘bak sen şunları yaparsan bir gün bizimle sahneye çıkarsın’ gibi bir söz vermedik. Bu Baransel’e bizim sunduğumuz bir şey değil. Baransel’in kendi elde ettiği bir durum.
- Kişiyle ilgili bir şey işte.
Fatih: Evet.
- Ne zaman sizin oynadığınız bir oyuna gelsem, “Tiyatroadam’da herkes her şeyi oynayabilir” diyorum. Bana böyle bir his geliyor siz sahnedeyken. Dikkat ediyorum, bilinçli mi yapıyorsunuz bilmiyorum tabii. Bir oyunda oldukça önemli bir karakteri oynayan bir oyuncu, sonraki oyunda işin çok daha küçük bir parçası oluyor. Yani herkesin Hamlet’i oynayabileceği bir tiyatro topluluğu gibi. Çünkü genelde özel tiyatrolarda bir iki kişinin daha başat olduğunu görüyoruz, esas kadın veya erkek oyuncusu hep aynı gibi. Ama benim sizi her seferinde tek bir makine gibi anlama nedenim bu, işleyişteki en küçük bir çark bile tıkandığında sonucu etkileyecek tıkanıklık olabilme ihtimali, Tiyatroadam’da hiç olmayan bir şey bu. Ne bileyim benim, çok dikkatimi çekiyor. Yani herkes her şeyi oynayabilir hissi geçiyor bana. Mesela bunu özellikle seçiyor musunuz?
Fatih: Bu sene böyle oynadın ama seneye biraz daha küçük bir rol oyna diye bir şey yok. Anlıyorum ama senin sorduğun şeyi…
- Seyircinin böyle benim gibi hissetmesi adına bir hedefiniz var mıydı? Ben bunu çok heyecan verici buluyorum.
Fatih: Hissetmiştik, hattâ hedeflemiştik. Hattâ bunun üzerine toplantılar yaptık. İsim tiyatroları, star tiyatroları, özel tiyatrolar, biz, imkânlarımızı nasıl paylaşabiliriz diye… Mesela 5. Frank projesi bunun üzerine yapıldı. Biz imkânlarımızı eşit paylaşmaya çalışalım. Çünkü burası bir havuz ve başka başka kovalardan buraya su akıyor. Yoksa, tiyatro şahıslara dayalı olduğu zaman, o bir iki kişi olmadığı zaman, o tiyatro…
- Genelde öyledir çünkü, o esas ismi afişte görmeyince, o markanın seyircisi bilet almakta tereddüt ediyor eski alışkanlığıyla… Mesela ben, sizin seyircinizin Tiyatroadam’ın yine ve yeniden ne yaptığını bilerek o bileti aldığını düşünüyorum, daha oyun hakkında bir şey duymadan o bileti aldığını düşünüyorum. Yani bir fikri var sizinle ilgili ve bence bu zor yakalanacak bir şey.
Fatih: Birini vaadetmiyoruz da bir şey vaadediyoruz.
- Çok önemli buluyorum ben de bu söylediğini. Birini vaadetmeyi de ayıplamıyorum bu arada ama. Çok güzel söyledin yahu. Öyle zor şartlarda tiyatro yapıldığını düşünüyorum ki, özellikle bizim yaşadığımız ülkede, anlattın işte sohbetin başında, oyuna 16 kişi toplamak, yengeç gibi yan yan yanına gitmek durumunda kalıyorsun seyircinin. İlk zamanlar 😉 Ama şimdi, artık; o vaadettiğiniz şeyi oluşturmuş olmanız lazım ki sadece yeni bir oyun oynayacağını duyuyor seyirci ve geliyor. Oyun hakkında çıkan eleştirilerde de çok severek okudum ben. Hem Seçkin Hoca’yı (Selvi), hem Asu Maro’nunkini.. İvan için hep şöyle demişler, Tiyatroadam için: Bilinçli ve başarılı repertuvar seçimi, artık ne oynayacaklarını bildiğimiz, kendimizi mutsuz hissederek çıkmayacağımıza çok emin olarak seyredeceğiniz bir ekip diyorlar. Bunu yazdırmak zor. Çok dengeli bir şey. Bunun formülünün, demin kayıt tuşuna basmadan söylediğin, sevgisizliğin tam tersi olan bir sevgi ortamı ile olduğunu düşünüyorum. Öyle bir ortam var ki böyle bir şeyi yakalayabildiniz.
Fatih: Emrah, Pınar siz anlatın. Mesela bizi en net görenlerden… Pınar başlasın.
Pınar: O zaman ben başlıyorum. Tiyatroadam’ı zaten takip eden bir oyuncuydum heyecanla… Nasıl bir ekip diye diye…
Nasıl yapıyorlar diye diye…
Pınar: Evet, çünkü gerçekten o ekip ruhu size de yansıyor ve kendinizi çok iyi hissediyorsunuz. Bu nasıl bir şey derken, o şeyin içinde olmak, dışarıdan izlediğim şeyle, içeride olduğum, yaşadığım şeyin tutuşması; yani bir arada olması, eşleşmesi beni çok heyecanlandırıyor. Hâlâ çok heyecanlıyım. Ekim’den beri oynuyoruz, Ağustos’tan beri provaların içindeyiz, sağolsun, onlar da şey yapmadılar, ben diyorum yabanilik yaptım aslında, ama onlar…
- Yaptın mı yabanilik?
Pınar: Bilmiyorum, bir çekindim… Çünkü hep şey geldi bana: “9 senedir, 8 senedir, ne kadar eskiler, bir şey vardır aralarında, nasıl olacak bu şimdi?” diye düşündüm. Başta bir yabanilik yaptım ama sağolsunlar onlar çok açıktılar o anlamda ve güzel tarafı da sahnede altı adam bir kadın gibi bir his yok.
- Nasıl bir his?
Pınar: İnsan işte, o da çok güzel. Sahnede kadın erkek gibi bir bakış açısı yok. İnsanlar var ve ortada bir dert var ve bir şey anlatılıyor, biz de onu paylaşıyoruz. Bu çok kıymetli. Ben 2010’da mezun oldum, 6 senelik bir hayatım var baktığınızda, yolun çok başındayım ama bu söylediklerimi yaşamak beni çok heyecanlandırıyor ve ben 50 yaşıma gelsem de heyecanlı bir oyuncu olacağım biliyorum; bu da benim kişisel bir özelliğim. Tamam, kısaca özetlersek: içeride ve dışarıda aynı olunduğunu görmek çok müthiş bir şey, yani söyledikleriyle yaptıklarının tutması… Ve çok şey öğreniyorum. Mesela Aşkın Ağabey’le sahnede yaşadığımız tatlı tatlı atışmalar… Çok şey öğreniyorum ondan çok, yani herkesten bir şey öğreniyorum bu arada…
- Ne gibi şeyler öğreniyorsun Aşkın’dan mesela?
Pınar: Aşkın Ağabey çok tatlı, bir lakap takması bile sana, enteresan gelebiliyor. Birinin bana, mesela, Safinaz demesi, bunca zamandır…
Fatih: Sadece Safinaz demiyor…
Pınar: Safinaz, sonra kokarca. 😉 Sahnede olan şeyler bunlar bir de… Bu yüzden çok eğlenceli, çok değişik hissettiriyor. Ama dediğim gibi, herkesten bir şey öğreniyorum; gözlemliyorum, paylaşıyorum. Paylaşmaya aç kalmışım, o yüzden tekrar teşekkür ederim. Biz Emrah Ağabey’le Bakırköy’den tanışıyoruz aslında, yollarımız tekrardan kesişmiş oldu.
- Sen?
Emrah Eren: Soru neydi bacım?
- Neden İvan? 🙂 Sana gelme yolculuğunu merak ediyorum ben.
Emrah: Geçen sezon sonunda Bakırköy’de bir oyun, büyük bir iş yaptık. Müzikli koreografili, orkestralı filan… Gerçekten aşırı yorgundum ve ben bu sezonu sadece kızımla geçiririm, bir tane de ‘Yanlışlıklar Komedyası’nda oynuyorum, o rolüm devam eder tatlı tatlı diye düşünüyordum. ‘Kıran Resimleri’nin tanıtımına da çalışırım diye düşünürken sezon sonunda, hattâ 14 Nisan’da Kıran Resimleri prömiyer yaptı, sonra telefonum çaldı. Fatih arıyor, ne yapıyorsun, ne ediyorsun filan. “İyiyim, kızımla ilgileniyorum, geziyoruz” dedim. “Biz de buralardayız, atlayıp bir gelsene” dedi. Buralardayız deyince, Ayça’yla beraber zannettim ben; bir gittim, beş kişi karşıma dizilmiş… “Biz bir şeyler yapmak istiyoruz” diyorlar. Ben hâlâ aymıyorum mevzuyu. “Biz sezonda seninle bir şey yapmak istiyoruz, elimizdeki alternatifler bunlar” diye bakla çıkınca ağızlardan, gayri ihtiyari ilk sorum “Neden ben?” oldu.
Fatih: O soruyu bir ay filan sordun bana.
Emrah: Sordum gerçekten. Çünkü oturmuş, on yıllık bir tiyatro var; bir arada nefes alıyorlar, kendi içlerinden de rejisörler çıkarmışlar, tasarımcılar çıkmış, ihtiyaçları yok yani baktığın zaman. Paylaşmak istediklerini söylediler bu yolculuğu. Fatih beni ikna etmeye çalıştı. Çünkü ben bir işe girdiğim zaman, biraz sorunluyum o konuda, ilk sıfır noktasına geri düşüyorum. Yani daha öncesinde ne kadar ne yaparsan yap her yeni oyun, karşında yeni ve içinden çıkılması zor bir sorun yumağı hâlinde duruyor ve ben o sorun yumağından çok korkuyorum.
Fatih: Çok abartıyorsun. Kendine haksızlık ediyorsun. (Çok seviyorum bu adamları ben, çok)
Emrah: O sorun yumağını çözmek çok zor geliyor bana. Başkası yapsın istiyorum. Beni bu konuda çok yüreklendirdiler.
- Sana İvan’la mı geldiler?
Emrah: Üç tane seçenek vardı. Bir tanesini ben onlara yakıştırmadım. İki oyuna kaldık. Diğer oyun da çok güçlüydü. İki oyunu da sesli okuduk, belki İvan’dan daha çok. Okuduğumuzda, kağıt üzerinde daha beğendiğimiz iş, bir kekremsi geldi. Olmayacağını bir şekilde hissettim, İvan’ın daha çok yakışacağını hissettik hep beraber. Oylamaya sunuldu.
Fatih: Hattâ okuyup oylamaya sunuldu.
Emrah: Okuyup oylama yaptık. Sesli duyalım, ondan sonra karar verelim.
Fatih: Çünkü hazır biz bu oyunu sevdik, haydi bize bu oyunu yönet demedik. Onu daha önce deneyimledik. Bir yönetmenin kendi projesi olursa kendi gönlünün istediği olunca güzel… ‘Benim böyle bir derdim var, ben bunu söylemek istiyorum, yönetir misin?’ gibi olursa başka bir şey oluyor.
- Yani şunu yaptınız: Tiyatroadam Emrah’la bir araya gelmek istediğini söyledi, tıpkı atölye kafası gibi, oyunlar okundu ve oylama…
Emrah: Sonra İvan kararı çıkınca çalışmaya başladık.
Korktun mu?
Emrah: Şöyle korktum. Büyük bir eser, Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda iki defa Kenan Işık sahnelemiş, ödüller üstüne ödüller almış, herkesin fikrinin olduğu bir yazar, bir şairiazam Nazım Hikmet. Her kesimin bir bilgisi var, bir fikri var; bilgisi olmasa da fikri var, böyle oynanır, böyle yapılır, böyle oynanmaz’lar var, biz vaktiyle böyle yapmıştık’çılar var… Bunlardan bir kısım ürktüm, bir de şundan ürktüm açıkçası: Eser 1954 model, yani bir klasik. Ama o klasiğe bugün binmek istiyorsanız o klasiğin orjinalini de bir şekilde muhafaza ederek, biraz modifiye etmek gerekir diye düşündük. Eser tabii Sovyetler Birliği sistemine ve o döneme dair; yani sistemden çok Stalin’in sistemin işleyişini bozması, insanların güzel bir sistemi bozması üzerine kurulu ama bugünün seyircisine Sovyetler Birliği anlatmanın alemi yoktu, bu yüzden de tatile çıktık.
- Tatile mi çıktınız?
Emrah: Tabii tabii. Mayıs ortası Haziran başı gibi okundu, oylandı, seçim yapıldı, tatile çıkıldı ve herkes gezerken ben bu metinle boğuşmak zorunda kaldım. Neredesinden tutacağımı bilemiyordum. Artık o düşünsün diye topu bana attılar. Telefonda konuşuyoruz Fatih’le: “Fatih darbe oldu” diyorum, “Vazgeçtik biraz erteleyelim ağabey” diye bir şey duyacağımı zannediyorum, tam tersi, “Biz yapalım oyunumuzu, bakarız duruma” diye bir şey duyunca, tekste dönüyorum.
Fatih: Çünkü herkeste “oyunu oynayamayacağız mı acaba?” diye bir düşünce var. Ohal oldu filan.
Emrah: “Fatih darbe oldu, Fatih OHAL oldu, ne yapacağız?” filan… “Oynayacağız!” cevabını alınca ben dedim böyle olmayacak, başlıyorum. Kolları sıvadım.
Fatih: Hattâ “Bak oyunu kaldırma yetkileri varmış OHAL kapsamında”, OHAL maddelerini söylüyor. “İstediğin zaman oyun ve sahne eserlerini yasaklıyorlarmış” filan…
- Ama gerçekten böyle. Ama buna rağmen “biz başlarız…”
Emrah: “Biz başlarız, oyunu bir çıkaralım, ondan sonra bakarız…”
Fatih: Oynatmıyorlarsa da biteceği zamana kadar bekleriz yani…
Emrah: Öyle deyince ben kaçamadım hiçbir yere. Oyunun iskeleti çok doğru kurulmuş, finale doğru tırmanan bir ivme var. Ama bugünün seyircisi, baktığın zaman, daha ilk sahneden bu adamın çevresindekilerce neye dönüştürüleceğini az çok kestiriyor. Yani bunu kestirmemek için bugünkü seyircinin bu bilgide, bu donanımda olmaması lazım. Biz bu eseri seyirciyi sıkmadan, bunaltmadan, ona öğretmenlik yapmadan nasıl aktarırız? Sadece bu soruyla geçti bir, bir buçuk ay. Bu dönüşüme değil, bu dönüşümün nasıl ve hangi ellerce gerçekleştirildiğine mi baksak sorusunu sorduğum zaman gerisi de çorap söküğü gibi geldi zaten.
- Ama çok önemli bir soru sormuşsun orada: Nasıl öğretmeden seyirciyle kontak kurabilirim dedirten şey sana. Başka ülkelerde oynandığı zaman, birkaç örneği varmış, bugün gördüm kafede sizi beklerken, oynadığı ülkenin bir kahramanının adıyla oynanmış mesela, seyirciye tanıdık gelsin diye. Bunu tercih etmemiş olmandaki nedeni merak ettim.
Emrah: Etmememin nedeni; biz, bir Rus masalı gibi yaklaştık hikâyeye. Yani masalsılık önde olursa, seyirci uzaktaki bir masalı izlerse, tıpkı Brecht’in Sezuan’ındaki gibi durumla, kendi yaşadığı arasına bir mesafe koyarsak belki daha rahat, daha boyutlu olacak dedik.
- Oyun bittikten sonra da belki düşünmeye, belki ertesi sabah da düşünmeye devam etmeye… Öyle bir şey yapıyor insana bu oyun. Bu eleştiriyi alıyor musunuz hiç?
Emrah: Alıyoruz evet, oyunu çıkarırken amaçladıklarımızın biri de buydu. Bir de bir karşılık koyduğunuz zaman çok kolay; Ahmet Mehmetoğlu, Ali Hüseyinoğlu, yaparsın. Ali Alioğlu. Kim o Ali Alioğlu? Kim o Mehmet Bey? Seyircinin kafasında bugünden bir karşılık aramaya yöneltip dikkatini dağıtmak istemedik açıkçası. Bir de uzaktaki bu mesele, öyledir çünkü, bir piramide uzaktan baktığında piramit olduğunu görürsün. Eğer yakınına gidersen taş, gravür, rölyef. Bunlara bakarsın ama onun piramit olduğunu görebilmen için belli bir mesafeden bakman gerekir.
- Ekip güneşlenirken sen bu kararları almış mıydın Emrah ? ;)))
Emrah: E kısmen, yavaş yavaş almaya başlamıştım. 10 günüm metinle ve vantilatörle geçti. Hâlimi görecektin, çok acayipti. Kızımla eşimi Altınoluk’ta bırakıp İstanbul’a geldim, öyle çalışabildim.
- Hani çok heyecanlı bir şekilde sordum ya sana gala gecesi, metnin içine neler kattınız içine diye? Hiçbir şey eklemediğini söyledin!?!?
Emrah: Hemen hemen hiçbir şey eklemedik. İki tane şiir eklendi.
- İki tane şiir eklendiğini söyledi,n evet. Bir de kurguda bir değişiklik yaptığını mı söyledin?
Emrah: Metni önce parçalara ayırdım. Sonra parçaları puzzle gibi, bir yapıdan başka bir yapı çıkardım. Önce metni dağıttım. Başka bir çalışma yöntemi gibi oldu ama işledi de.
- Bu İvan’da yaptığın bir şey mi? Yoksa genel olarak rejilerine böyle mi yaklaşıyorsun?
Emrah: Genel olarak metinle uğraşıyorum zaten. Çünkü ona, metnin filetosunu çıkartmak diyorum ben, fazlalıklarını arındırıp seyirciyi hikâyeye odaklamak istiyorum; oyuncusu da, yönetmeni de, tasarımcısı da, hepimiz sadece hikâyeye odaklandık ki seyirci de hikâyeye odaklansın. Ben zaten orada seyirci adına oturuyorum.
- Tasarımda, buradaki bütün görünmeyen kahramanlar da oyuncular gibi bir parça oyunda. Mesela Barış’ın (Dinçel) dekorunu da, ışığı da başka bir oyuncu gibi buldum İvan’da. Gerçi benim için Arturo Ui ve 5. Frank’ta da öyleydi.
Emrah: Barış Ağabey’le 3. oyun oldu bu. Bu oyun için de Ayvalık’ta buluştuk işte. O da oradaymış.
- Ne güzel denk gelmişler.
Emrah: Barış Ağabey sağolsun, beni yalnız bırakmıyor. Tiyatroadam’ı yalnız bırakmadığı gibi beni de hiç bırakmıyor. Yaz tatilindeyken adamın aklına karpuz kabuğunu düşürdük. Nasıl bir şey hayal ettiğimi anlattıktan sonra o da çok çalıştı. Bir versiyon getirdi, hattâ maketini yaptı. O yaptığı maketi beğenmedi çöpe attı, ki bilirsin, tanırsın sen; çok yapmaz.
- Evet!
Emrah: Provalara çok sık geldi. Hem bizi anlamaya çalıştı, hem anladığını bize anlatmaya çalıştı. O açıdan çalışması, böyle çalışması çok kıymetliydi. Oyuncu gibi olmalarının sebebine gelirsek; burada Petrof’a uygulanan sistemle, proje filan, neyse o, bu şirketin, altı kişinin Petrof’a uyguladığı test, deney ne diyorsan, seyirci ne algıladıysa, bu deney-proje uygulanırken ona yapılan her anın önceden hesaplanmış ve sanki bir ilüzyon malzemesi gibi özel üretilmiş olması gerekiyordu. Bir şeylere dönüşebilen nesneler… Ama sadece bu iş için üretilmiş nesnelerden yola çıktık.
- Sadece ‘bu iş’te kullanılacak…
Emrah: Ve böyle yaparak da Petrof’u o rüyada tutmak, o büyülü atmosferde, o tanıtımlarda da kullandığımız hipnotik dünyada hipnotize etmeyi sağlamak amacını güden bir tasarımdı yaptığı ve bence işleyen de bir tasarım oldu.
Renklerde de öyle.
Emrah: Renk seçimi de öyle, röntgen renkleri, kristalize müzik dizaynı…
Aklındaki vantilatör, Ayvalık, Barış Ağabey…
Emrah: Çok aldı yürüdü, başka yerlere gitti. Benim orada yalnızken sadece yaptığım, metnin filetosunu çıkarmaktı. Sonrasında ekiple birlikte bambaşka bir çehreye büründü. Biz çok şey çalışıyoruz…
- Denemeye açık?
Emrah: Evet denemeye açığız ama iş sahneye geldiğinde, sahneye çıktığımızda herkes ne yapacağını o kadar iyi biliyor ki, yani masasını çok sağlam tutuyoruz işin. Hattâ sahne provasındayken hemen masaya dönüp önce o gün çalışacağımız sahnenin irdelemesini tekrar yapıp, ne ne için, bu sefer daha anlara yönelik, iki hafta önce daha genele yönelik bir çalışmayken o gün sahnelenecek, o gün çalışılacak sahnenin ayrıntılarına yönelik bir masa çalışması oluyor sonra sahneye çıkılıyor. Masayı hiç bırakmadık, masayı hiç bırakmamamız da oyuna müthiş bir katkı sağladı.
- Ne kadar prova yaptınız?
Emrah: 1 Ağustos’ta başladık 5 Ekim’de çıktı işte. İki ay ama iki ayın belki on günü çalışamamışızdır yani. 38-40 prova olmuştur.
- İvan İvanoviç’ten sonra ne oynayacağınızı bilip bilmediğinizi bilmiyorum ama, öyle de bir ekip olduğunuz için, ‘bunu mutlaka oynayalım tamam mı’ diye konuştuğunuz, büyük toplantı kafalarında olmak zorunda değil hani, konuştuğunuz bir oyun var mı? Heyecan verici bulduğunuz ve bunu oynayalım dediğiniz?
Fatih: Biz her sene şeye çok güleriz, o, aramızdaki bir espriye dönmüştür: “Eşeğin Gölgesi”ni oynasak arkadaşlar… O artık tiyatronun bir esprisidir. Eşeğin Gölgesi, hemen hemen ikinci oyun seçiminden beri her sene…
- Yani o geliyor, yani bir gün gelecek öyle mi?
Birisi: Bir sene çok ciddi tartışıldı, olmadı; sonra her sene konuşuldu.
- Çok heyecanlanırım oynarsanız. Ne olur oynasanıza. Benim çok çok sevdiğim bir oyun.
Birisi: Onu oynayacağız herhalde bir ara.
- Yine gidip vantilatörün altında bir şey yaparsa Emrah…
Emrah: Ona klima lazım (gülüşmeler)…
- Peki şimdi bir tane sofra hayal edin, bunu röportajları bire bir yaptığımda şöyle soruyorum: “Bir akşam yemeği hayal etmeni istiyorum senden, yemekleri sen pişireceksin. Sofra düzeni ve her şey senin keyfin ve senin estetik algına göre biçimlenecek. Konukların var. Kaybettiğimiz, artık bedenen bu dünyada olmayan insanlar da olabilir. İllâ ki tiyatro adamları, büyük düşünürler filan olmak zorunda da değil, ama istiyorsan o da olabilir.” Herkes kendi konuk veya konuklarını söylediği zaman, bir Tiyatroadam sofrası yapmış olacağım. Fatih’e özel, Emrah’a, Pınar’a özel kılmayacağım onu… Çok özel insanların isimlerini duymak zorunda değiliz ama sizin için özel insanlar olabilir, tek bir kişi olabilir, elli kişi olabilir. Böyle bir sofra hayal etseniz, akşamdan sabaha dönecek olsanız, ne içiyorsunuz, ne yiyorsunuz ve kimlerlesiniz?
Fatih: Sofrayı güzel kuralım. Zafer Ağabey olsun isterdim, Zafer Algöz; herhalde yemek olarak da döner yerdik.
Berk: Müşfik Kenter diyesim geldi. Ben hiç ders yapmadım okulda onunla. Bire birde, uzaktan birkaç defa görmüşlüğüm var ama kulağımda acayip bir dolgunluk var ve bir de bizimkiler, yani Hoca’yla ders yapanlar, Aşkın Ağabey filan anlatırken hep gözleri dolar, acayip bir sevgi var. Böyle sanki ders yapmışım gibi hissediyorum, bir geçmişimiz varmış gibi, onların o güzel anılarından hep kafamda böyle bir Müşfik Kenter var.
- Ben de bunu Mimar Sinan’lılardan bilirim, Mimar Sinan’lılar hep anlatır, bence bizim okuldaki karşılığı da Savaş Hocamız’dır (Dinçel). Bizim de burnumuzun kemiğini Savaş Hocamız sızlatır. Mimar Sinan’lılar da Müşfik Hoca için aynı şeyi söyler.
Fatih: O erken kalkardı masadan, öyle çok konuşmayı sevmezdi. Onun keyfiyle alakalı değil bu durum. Çok muhabbetçi değil, çok anılarını bilmezsin, anlatmaz. Mesela, bizim de ne kadar tiyatro geçmişimiz var ki? Bin tane, bir gün şu oyunda… Müşfik Hoca’dan ne oyun anısı dinlersin, ne başka bir şey. “Çocukluğumuzda bekçi geçerdi, bir düdük öttürürdü, ben de ıslığımla karşılık verirdim, saklanırdım hemen, anam aranırdı nerede diye…” Böyle basit, sade.
- Ne güzel bir şey anlattın şu anda.
Fatih: Benim hâlâ mektuplaştığım arkadaşlarım var çocuklar, siz kimi seviyorsunuz? Erdoğan var, telgraf atmış filan gibi basit hikâyeler, basit muziplikler, Jackie Chan filmleri…
- Müşfik Hoca var, Zafer Ağabey var, başka? Tek bir isim söylemek zorunda değilsin. Bu herkes için geçerli.
Fatih: Charlie Chaplin olsa iyi olur.
- Bence de olsun.
Fatih: Bir de tercüman lazım masada.
Emrah: Kemal Sunal’ı isterim.
- Kemal Sunal, Chaplin, Müşfik hoca, Zafer ağabey…
Fatih: Metin Akpınar olsun.
- O zaman bir hafta sürer geceniz… Ben onu yaşadım; gece ayrıldık, tekrar ertesi akşam gittiğimizde oradaydı Metin Ağabey. O bir efsane.
Fatih: Aziz Nesin… Ben bir de Sabahattin Ali olsun isterdim… Bir de Süleyman Seba olsun isterdim.
Emrah?
Emrah: Ben daha önceden Güney ve Iraz’la yaptığımız röportajda vermiştim o listeyi. O yüzden şimdi vermeyeyim.
- Bu soruyu mu sormuştunuz Güney? Yaaaa! Kimi söylemiştin peki?
Emrah: Dedem.
- Deden? Deden ne iş yapardı?
Emrah: Dedem sağlık memuruydu ama edebiyatçı yanı vardı. Beni o yetiştirmiştir. Ben bir tek onunla oturmayı özlüyorum.
- Yani bu soruyu sadece sana sorsak, sen dedenle sabahlıyorsun yani.
Emrah: Evet.
- Var mı senin bir konuğun Pınar?
Pınar: Şu an bir sürü şey geliyor ama ben de en çok Müşfik Hoca’yı isterdim çünkü onun öğrencisi olamadım ama çok duydum, onunla o masada olmayı çok isterdim mesela. Hep o aklıma geliyor.
Berk: Aşkın Ağabey’in de olması lazım o masada.
Pınar: Evet.
Fatih: Ayça da olsun. Serdar Hoca da mutlaka o sofrada olmalı.
Adamlar: …..Nazım Hikmet….
- Şakalaşıyor musunuz oyunlarda? Aranızda gizli şakalar var mı yani?
Fatih: Var. Artık böyle gözümüzden, kaşımızdan anlıyoruz kim kayacak, kim bilmem ne yapacak filan; birisi şaşırınca zaten Aşkın Ağabey, “hııııhhhh, aaaayhh” yapar hemen sahnede.
Pınar: Zaten Aşkın Ağabey konuşur sahnede.
Fatih: Bir aksilik olunca “aaayyhhh” yapar.
- Duyulacak şekilde mi yani?
Fatih: Yani biz duyuyoruz, seyirciyi bilmiyorum ama. Yine de biz şaka üzerine bir ekip değiliz. Öyle ekipler vardır, oyuna şaka için çıkar; biz öyle bir ekip değiliz. Sebebi de şu: Bir şaka olduğu zaman hakikaten dalağı düşük herkesin 😉 Herkesin birbirini bu kadar iyi tanıması bazen iyi bir şey de olmuyor. Çünkü herkesin gülmesi birbirine sirayet ediyor. Senin bir bakışının muzipliğini o da görüyor, öbürü de görüyor. Senin o sırada neye kaydığını görüyor. Hemen o da bakıyor, üstüne bir şey ekliyor.
- Şunu yapıyor musun peki oyuna? Seyredip seyredip böyle demlenerek, ara ara seyredip, sonra notlarınla….
Emrah: Vakit kalmadı ki. Berk kolunu, dirseğini kırdı; benim bütün bakış açım değişti. Açı olduğu gibi değişti. İçeriden dışarı bakmak zorunda kaldım. O yüzden bir kıl özleyeyim istiyorum. (İç içe, can cana yaptığımız bu röportajda tam da bu sıralar Kemal Bey diye birinin adı dönüyor masada, gülüşmeler gırla; bir yandan sorularıma cevapları alıyorum ama Kemal Bey de Kemal Bey… Sonunda sıra meşhur Kemal Bey’e geliyor hâliyle)
- Şu Kemal bey kim?
Fatih: Biz tanımıyoruz. Afife Jale’de gişe görevlisi olmadığı için tiyatronun telefonunu veriyoruz, gişeyi aramaları için. Bizim oyun günleri Metehan duruyor öğlenden itibaren gişede… Afife Jale’nin sekreteryası ayrı. Şimdi Kemal diye birisi var. Her seferinde başka kişiler arıyor asistanı olarak tiyatroyu. Kemal Bey oyuna gelecek ama oturacağı yer mühim!
- Biraz bu, Kemal Bey var mıydı, yok muydu gibi bir şeye doğru mu gidiyor?
Fatih: Evet. Yalnız Kemal Bey çok iyi bir yerde oturmak ister, ona göre filan… Tamam anladık, çok iyi bir yer bulacağız ona. 3 gün geçiyor aradan, “Kemal Bey’in yeri hazır, değil mi?” diye bir telefon… Sonra Kemal Bey geldi, gelecek, kim acaba bu Kemal Bey? Bu aramızda, kuliste filan oyun günü bir başladı. Bir aylık bir muhabbet yani. Kemal Bey gelecek, Kemal Bey geliyor. Oyun günü geldi.
Berk: Tek başına geliyor, tek koltuk.
- Oyunu oynuyorsunuz, bitiyor ve soruyorsunuz, Kemal Bey gelmemiş mi oluyor?
Fatih: Hayır hayır, ilk defa oynayacağız, Kemal Bey de gelecek. Bir ay sonrası bir tarihe bir bilet alıyor Kemal Bey. Alıyor ama asistanları arıyor sürekli, sekreteri arıyor, biri arıyor: “Kemal Bey’in yeri hazır, değil mi? Bir yanlışlık olmaz, değil mi? Orası rahat görülebilecek bir yer mi? Yeri hazır değil mi?” Adamın koltuğunu tamir ettik.
Pınar: Evet.
Deniz: Afife Jale’de koltuklar sağlam değil diye geyik yapıyoruz; koltuğu kırık çıkarmış, ne yaparız filan… 😉 Gittik baktık ki gerçekten kırık.
Fatih: Biz bu Kemal Bey’in üzerine hikâyeler üretmeye başladık kuliste. Bu Kemal Bey kim acaba, nereden gelecek? Düşünsenize, biz Kemal Bey’e şaka yapıyormuşuz. Şöyle bir şaka yapıyormuşuz; tam oyuna gireceğiz, benim lafım: “Bundan sonra kahvaltımı odama getirin” diye, “Bundan sonra kahvaltımı Kemal’e verin” filan 😉 Böyle biz bir başladık, sinirimiz bozuldu oyunda. Çünkü ben koltukta arkamı dönüyorum, sessizim, beni çeviriyorlar, Kemal Bey gerçekten…
- Geldi mi?
Fatih: Geldi. Oyun sonrası tanışmadık ama oyuna gelmesi bize yetti. Herkes birbirine Kemal Bey dedi. Kaşlar gözler Kemal Bey’de hep 😉 Yalnız ikinci yarıda yoktu. Belki bir dahaki sefere ikinci perdeyi izlemeye gelir, kim bilir?… Bu arada Atatürk, sofrada baş köşede bir paşa olmaz mı?
Adamlar: Olur tabi… Çok da güzel olur…
- Tiyatroadam sofrası çok güzel oldu. Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı? Benim sormadığım? Sormayı unuttuğum?
Adamlar: Hayır yok. Teşekkür ediyoruz.
Fatih: Oyun tarihlerimizi ve bizimle ilgili bilgileri www.tiyatroadam.com adresinden takip edebilirler.
Keşke bu uzun sohbeti konuştuğumuz gibi çözebilseydim. Bir masa düşünün, etrafında oyunlardan, anılardan, masallardan konuşan büyümüş çocuklar bir de…
Kadıköy’de Çarşı’nın orta yerinde, yaşam üç kat aşağıda akarken biz zamanı unuttuk.” Atölye öğrencileri geldiği için kapatıyorum artık kaydı, tamam mı?” dediğimi hatırlıyorum. Kardeşçe yaşayan bir orman gibiydi masadaki insanlar. Orman gibi, ağaç gibi, ağacın yaprakları gibi. Hangi dalın hangi yaprağa bağlı olduğunu kestirmeye imkân yok. Ormanı görmek mümkün, ağaçları görmek mümkün. Hep böyle kalacaklar, biliyorum. Daha doğrusu bunu hissediyorum.
Eşeğin Gölgesi’ni oynadıkları, Emrah’ın vantilatörün önünde yine ve mutlaka korktuğu zamanlar gelsin o zaman 😉
Aşkın Ağabeyleri hep o “hııııh”ını desin. Prova mekanlarının zemini ayak izlerinden aşınsın…
İvan İvanoviç var mıydı yok muydu bilmiyorum ama şehirde adam gibi tiyatro var sevgili Müstehakçılar.
Ve bizim, özelikle bugünlerde güzel olan şeylere eskisinden çok daha fazla ihtiyacımız var.
Röportaj günü alışveriş poşetimi de atölyede unutup çıktım; ders başlıyor, çalmayalım öğrenci vakti diye… Gideyim de bu hafta alayım 😉
YABANCI KALMA