M. SADIK ASLANKARA -TİYATRO TİYATRO DERGİSİ
Tiyatroadam’ı, on yıl önce Akatlar Melih Cevdet Anday Sahnesi’nde izlemiştim. Sergiledikleri ilk oyun Hristo Boytchev’den Murat Karasu’nun yönettiği “Albay Kuş”tu. Son oyunları Nâzım Hikmet’ten Emrah Eren’in yönettiği “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?”yu da aynı salonda izleme fırsatı buldum ilginç bir örtüşmeyle. Kendimce topluluğun onuncu yılını da kutlayıvermiş oldum sessizce.
Ne var ki on yıl içinde bu ikisi dışında, iki oyun daha ekleyebildim izleyebildiklerime: Bertolt Brecht’ten Ümit Aydoğdu yönetiminde “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı”, Friedrich Dürrenmatt’tan Fatih Koyunoğlu’nun yönettiği “5.Frank”…
Topluluk, benim izleme olanağı bulamadığım dört oyun daha sergilediğine göre, yarı yarıya mı tanımış oldum peki onları? Hayır, tersine izlediğim oyunlardan herhangi biri de yeterdi kanımca topluluğun sanatsal bağlamda yerini, konumunu, dünya görüşü doğrultusunda nasıl bir tiyatro yapmaya giriştiğini kavrayabilmek için… Bu çerçevede özellikle son dönem çıkardığı üç oyun da tiyatromuz için örnekçe bağlamında alınabilir pekâlâ.
Nitekim tiyatromuzda, diyelim son dönemde, “yeni tiyatro olgusu” gibisinden bir başlık altında yapılabilecek herhangi değerlendirmenin, Tiyatroadamolmaksızın eksik kalacağı öngörülebilir. Bu şu anlama geliyor: Türk tiyatrosunun son on yılına tiyatro sanatı bağlamında damga vurmuş genç topluluklar arasında ilk sıralara Tiyatroadam’ın konulması zorunlu.
İşte bu mevsim, topluluğun büyük duyarlıkla dağarına aldığı, insanın içten içe, Allah kem gözlerden saklasın diyeceği kadar da günümüzle örtüştürmeyi başardığı, Nâzım Hikmet’in “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?” adlı yapıtı bile tek başına böylesi bir yargıya varmayı olanaklı kılıyor bana göre.
Nâzım Hikmet’in Tiyatromuzdaki Yeri…
Nâzım Hikmet, bizde oyun yazarlığı şairliğinin gölgesinde tutularak bu bağlamda neredeyse unutulmaya bırakılmış bir büyük usta. Onun özellikle 1932-35 arasında Darülbedayi’de sergilenen oyunlarının, dönemi içinde seyirciyi coşkulandırıp galeyana getirdiği dile getiriliyor oysa kimi değerlendirmelerde. Salonların çıkış kapısında bu yönde birikmeler, karşılamalar söz konusu hatta.
Ne ki 1940 karanlığı sonrasında âdeta tek başına bırakılan Nâzım’ın, 1961 Anayasasının estirdiği özgürlük ortamı sonrasında şiirleriyle doğmayı başarırken oyun yazarlığının yine geri plana itildiği söylenebilir. Ödenekli tiyatrolar Nâzım Hikmet oyunlarına zaten sırtlarından ter akıtıp ürküntüyle yaklaşırken ya da ondan oyun sahneleyeceklerse eğer, kuyruğuna bir de Necip Fazıl takarak kendilerini sözümona savunmaya alırken özel topluluklar ne yapabilirdi ki?
Bu yüzden, özellikle geçmişte Yılmaz Onay’ın, günümüzde Orhan Aydın-Metin Coşkun ikilisinin adlarını anmak sanırım bir değerbilirlik gereği olarak alınabilir.
Oysa Sevda Şener’in bütünsel bakış doğrultusunda yapılandırdığı kısa oylumlu, ama derinlikli yapıtı Nâzım Hikmet’in Oyun Yazarlığı (Kültür Bakanlığı, 2002), bize bu büyük ustanın, şiirleri, destanları, masalları kadar oyun yazarlığı bağlamında da ne denli ciddiye alınması gereken bir ad olduğunu göstermeye yetiyor.
Nâzım Hikmet’in tiyatromuzda bu anlamda konumlanışının yanında, Tiyatroadam’ın da tiyatromuzdaki yerinin bu bağlamda onun gibi belirlenmesi farklı damarlardan gelen bir buluşma olarak da örtüşüyor yanılmıyorsam…
Tiyatroadam’ın Tiyatromuzdaki Yeri…
Tiyatroadam, şimdiye dek izlediğim sahne çalışmalarının tümünde de ciddi laboratuvar çalışması yaptıklarını ele veren bir yansıtım, bunu gösteren sahne plastiği ile çıkıyor seyircinin karşısına.
Özellikle düşünselliğe geldiğinde iş, kronik kabızlık çeken bir toplumsal yapı içinde âdeta buna karşı görece çözüm üretmiş görünen Tiyatroadam, oyunlarında dıştan eylemsel açılımla, yansıtımda tartımla, damıtık bir yoğunluğun içkin kılındığı hızla tam da bizim ortalama seyircimizi hedef almış izlenimi bırakıyor oysa. Yani saltık bir entelektüel seyirciye sesleniyor değil Tiyatroadam. Bu çerçevede topluluk, bir yanı bizim geleneksel tiyatromuza uzanan, bir yanıyla epik kabareye dönüşen tiyatro biçemiyle gönül çelmeyi başarırken bu tiyatral anlayışını geniş bir kesime dağılan seyirci önünde de deneyimleme, bunun sonucunu denetleme fırsatı yakalıyor.
Tiyatroadam’ın bu mevsim sunduğu Nâzım Hikmet’ten Emrah Eren’in yönettiği “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?” adlı sahne yapıtı tez elden izlenmeli… İzlemekte gecikirseniz eğer, belli olmaz, sonra belki de hiç seyredemezsiniz… Füsun Akatlı yakıştırmasıyla paylaşırsam, “söylememiş olmayayım”…
O halde gelin Tilyatroadam’ın bu sahne şölenine emek vermiş, onu ayağa kaldırmış emekçilerini sıralayalım… Oyuncu olarak Aşkın Şenol, Baransel Gürsoy, Berk Yaygın, Deniz Özmen, Fatih Koyunoğlu, Gökhan Azlağ, Pınar Tuncegil grubu, nefis bir akışkanlık, yanı sıra kavrayıcılıkla yorumlayıp sergiliyor oyunu. Dekor köstüm tasarımında Barış Dinçel, ışık tasarımında Yüksel Aymaz, her zamanki yüksekliklerini sürdürürken hareket düzeninde Esra Yurttut ise buna bir ölçüde işlevsel özgünlük yüklüyor. Sonuçta Emrah Eren, insanı sıcacık kuşatan bir reji kavrayışıyla, bunları bütüncül bakışla yansıtma olanağını elde ediyor.
Eh öyleyse kutlamanın sırasıdır yeni tiyatromuzun, onuncu yaşına basan bu genç aslanlarını… Toplumsal yaşamımıza bu kadar mı yakışır bir oyun! Tiyatroadam bunu hakkıyla başarıyor! Ne demiştim yukarıda; siz siz olun bir çabuk izleyin bu oyunu…
YABANCI KALMA